Karlar Ülkesi 2, Erindel’in kapılarının çok ötesinde tehlikeli bir yolculuğa çıkan Elsa, Anna, Kristoff, Olaf ve Sven’in maceralarını konu ediyor. Elsa, hayatını etkileyen bir sorunun cevabını arar. Elsa neden büyülü güçlerle doğdu? Bu sorunun cevabını bulmak için Erindel'in dışındaki ormana, bir bilinmeyene doğru giden Elsa, geçmişi ile ilgili gerçeklerle yüzleşecektir. Krallığı da tehlikeye atan cevapların peşine düşen Elsa, Anna, Kristoff, Olaf ve Sven ile birlikte tehlikeli ve bir o kadar da olağanüstü bir yolculuğa çıkar.
Bundan tam 6 yıl önce hayatımıza giren ve tüm zamanların en çok hasılat elde eden animasyonu olarak, kısa sürede bir tür çılgınlığa dönüşen Frozen (Karlar Ülkesi) ikinci halkasıyla beyaz perdeyi ziyaret ediyor. Türkiye’de vizyona giren yerli ve yabancı animasyonlar arasında en yüksek açılış rekorunu elde eden Frozen 2, bakalım bu kez yolculuğunu nasıl tamamlayacak?
2013 yılında vizyona girdikten sonra, Disney’in en sevilen animasyonları arasında çok hızlı bir çıkış yakalayan, Elsa, Anna ve Olaf gibi karakterlerin yer aldığı ürünlerle bir anda devasa bir endüstriye dönüşen, Norveç’e turlar düzenlenmesine sebep olan ve en önemlisi, “Let It Go” şarkısıyla filmi izlemeyenlere dahi adını duyuran Frozen, altı yıllık bir gecikmeyle karşımıza çıktı. Hans Christian Andersen’in The Snow Queen isimli öyküsünden yola çıkılarak Jennifer Lee tarafından senaryolaştırılan ve Chris Buck ile Jennifer Lee’nin yönetiminde filmleştirilen Frozen, ikinci filminde de aynı kadroyla seyircisiyle buluşuyor. Karlar Kraliçesi Elsa, kız kardeşi Anna, Sven, Kristoff ve Olaf’ın bu müzikal türündeki, etkileyici macerası kaldığı yerden devam ediyor ancak bu kez, geçmişte yaşanmış bir olayın çözülmesi üzerine kuruluyor. Böylelikle iki filmin senaryosunu birbirine eklemleyen ve hemen herkesi tatmin edecek bir iş çıkaran ekip, yine “feminist” bir serüvenle kalplerimizi kazanmayı başarıyor.
Frozen’ın bu büyük başarısı üzerine çokça konuşuldu, diğer animasyonlardan farkı nedir sorusu defalarca soruldu… Çoğunluğun ortak kanaati, Elsa’nın hür iradesiyle karar veren, sarayında oturmak yerine macera peşinde koşan ve elbette bunu, bir erkeğin gölgesinde yapmayan, “mutlu sonu” bir evlilik veyahut bir masal klişesiyle, esas kız ve esas oğlanın bir araya gelmesiyle tanımlamayan bir hikâye ve karakter yaratması yönündeydi. Doğruydu da, zira masallardan alışık olduğumuz üzere iyiyle kötünün kapıştığı ya da bir karakterin tekâmül süreci için bir durumla/olayla mücadele ettiği serüvenlerin sonunda hep ana karakterler, hayattaki eşlerini bulur veya söz konusu savaşı, o kişiye ulaşmak için verirler. Frozen’da ana karakterin bir aşk hikâyesi yok. Karşısına çıkarılmış bir figür de yok. Hatta ilk filmdeki çok da kötücül olmayan “kötü karakteri” saymazsak, bir kötü karakter de yok. Bilakis, yalnızca hayallerinin, ideallerinin, merakının veya korkularının peşinden koşan, bu uğurda her şeyi göze alan bir ana karakter, Kraliçe Elsa var. Elsa’nın kız kardeşi Anna, bu aşk yoksunluğunu dengelemek ve bu karaktere de bir yolculuk verebilmek için Kristoff’la bir araya getiriliyor. Ancak film boyunca gördüğümüz bir şey var ki Anna dahi, yeri geldiğinde sevgilisini geride bırakıp yoluna devam edebiliyor; bir erkeğin nerede olduğunu aramak, onu beklemek gibi bir gayret içerisine girmiyor. Tabii masal bu, Anna ne kadar özgür olursa olsun, yine son dakika bir erkek tarafından kurtarılma talihsizliğine düşüyor fakat bu halleriyle bile iki kız kardeşin karakter yapıları bize ve en önemlisi bu filmi izleyen çocuklara, karar alma yetisinin tek başına verilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyor, öğretiyor.
Frozen’ı ben kendi adıma, salt bu özgürlükçü yapısıyla değil, aynı zamanda iki kız kardeş arasındaki bağdan ötürü de seviyorum çünkü benim de bir kız kardeşim var ve film boyunca, çocukluğumu çoktan geride bırakmış olmama rağmen kendimi bazen Elsa ile özdeşleştirdim, kardeşimi de Anna yerine koydum. Mesafeler ne kadar uzak olursa olsun, birbirleri için mücadele eden ve birbirlerini düşünmekten hiç vazgeçmeyen bu iki kız kardeşin öyküsü, senaryo itibariyle hedef kitlesi çocuklar olmasına rağmen beni dahi etkiledi ki bu bahsettiğim özgürlük ve kardeşlik gibi mefhumların küçük sinemaseverler üzerindeki tesirini tahmin bile edemiyorum.
Masalların öğretici yanlarını hepimiz çok severiz; Frozen’ın öğreticiliği bugüne dek okuduğumuz, izlediğimiz masalların çok ötesinde “birey” olma kavramına vurgu yaptığı için çok değerli, çok önemli. Pek çok kişinin aksine, Elsa’nın sözde cinsel tercihleri yüzünden bir erkek seçmediğini ya da bir aşka düşmediğini düşünmüyorum. Bu bana kalırsa, Hollywood ve bilhassa Akademi ödülleri ile bize dayatılan yeni algının bir uzantısı ve nasıl ki ana karakter salt siyahi olduğu için sahte bir pozitif ayrımcılıkla o film öne çıkıyorsa, aynı şekilde bir kadın figür, erkeğin gölgesi altında bir serüvene girişmiyorsa, cinsel tercihleri “farklı” olarak algılanıyor, tahmin ediliyor. Hayır, Elsa karakteri sadece birey olgusuna vurgu yapan ve bireyin karar alma mekanizmasının aşk gibi bağlayıcı duygulardan uzaklaştırarak çalıştırılması gerektiğini ifade eden bir alt yapıya sahip sadece, daha fazlası değil. Cinsel tercihleri elbette farklı olabilirdi ve hatta biz de bunun üzerine konuşabilirdik. Ancak ben bu hikâyede ve Elsa karakterinde olduğu söylenen söz konusu özelliğin, abartılmış, popüler ve kolaycı bir yorum/yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Her gördüğümüz yalnız erkek nasıl ki farklı bir cinsel tercihe sahip değilse, kendi yolculuğundaysa, Elsa da aslında basitçe kendi yolculuğunda olan, özgür bir karakter.
Eğer bir çocuğunuz varsa (özellikle kız çocuğu) ve onun bir birey olarak kendi kendine ayakları üzerinde durabileceğini, her türlü güçlükle tek başına, kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan savaşabileceğini öğrenmesini istiyorsanız, Frozen doğru seçim. Elbette Frozen 2, birincinin yerini dolduramayacak ve bir Let It Go çıkaramadığı için ilki kadar akılda kalıcı olmayacaktır ancak bir hikâye olarak çocuklara güçlü mesajlar vermeye devam ederek, selefinin de popülaritesiyle, hak ettiği hasılata ulaşacaktır.
ÖZET: Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu, ülkemiz ve dünya spor tarihine adını altın harflerle yazdıran efsanevi halterci Naim Süleymanoğlu’nun hayat hikayesini konu ediyor. İlk Dünya Rekoru’na imza attığında 15 yaşında olan, spor kariyerine 7 Dünya Rekoru,üç farklı olimpiyatta kazandığı 3 Olimpiyat Altın Madalya, 6 Avrupa Şampiyonluğu ile 7 tane Dünya Şampiyonluğu ve daha nice başarılar sığdıran Naim Süleymanoğlu’nun hayatının anlatıldığı filmde, Süleymanoğlu’na Hayat Van Eck hayat veriyor.
Baba, 40’lar ve 50’lerin Amerika’sında, bir İtalyan mafya ailesinin destansı öyküsünü konu alıyor. Don Corleone’nin kızı Connie’nin düğününde, ailenin en küçük oğlu ve bir savaş gazisi olan Michael babasıyla barışır. Bir suikast girişimi, Don’u artık işleri yönetemeyecek duruma düşürünce, ailenin başına Michael ve ağabeyi Sonny geçer. Danışmanları Tom Hagen’in de yardımlarıyla diğer ailelere savaş açan Corleone ailesi, eski moda yöntemleri de değiştirmeye başlar.
Mario Puzo’nun çok satan kitabından Puzo ve yönetmen Francis Ford Coppola tarafından sinemaya uyarlanan film o yıl En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında Oscar kazanmıştır. Yapılan araştırmalar sonucu Türkiye'de en fazla izlenen ve satılan film olma özelliği de taşır.
Batman mitolojisi küresel popüler kültürün artık o kadar entegral bir parçası ki, karakter ve içerdiği dünya her türlü hikaye anlatım tonuna ve hatta türe oturtulabiliyor. Bir yanda Christopher Nolan’ın olabildiğince gerçekçi Kara Şövalye üçlemesi varken, diğer yanda 1960’lı yılların Batman’i camp türüne otururken, Lego Batman Filmi gibi animasyon örnekler kendini tiye alırken, aynı zamanda bu mitoloji hakkında yeni bir şeyler sunmayı da başarıyor. Batman ying’inin yang’ı süper kötü adam Joker ise aynı konumda, ki hayranlar arasında soru Joker’i sevip sevmemeleri değil, hangi Joker’in favori versiyonları olduğu hakkında tartışmalar geçer. Bir yandan Jack Nicholson veya Heath Ledger argümanı geçerken, Batman’ın animasyonunu sevenler Mark Hamill’in ses performansının en kalite Joker olduğunu öne atar. Jared Leto’nun Joker’inin bile hayranları vardır kesin, henüz kişisel olarak bir tane bile görmemiş olmama rağmen.
Bir popüler kültür süper kötü adamı olarak Joker’in özellikle Batman’a kıyasla albenisi karakterin tamamen motivasyonsuz ve anarşik olması, ve bu anarşiden aldığı zevkin seyircide yarattığı katartik hislere bağlı kanımca. Eğer Batman kontrol ve düzeni temsil ediyorsa, Joker metafiziksel bir tepki olarak dizginsiz kaosu sunuyor ona. Karakterin bu kadar basit ve natürel bir biçimde insan doğasının yokedici tarafını, bir bakıma insan ruhunun id’ini temsil etmesi yüzünden hep orijin hikayesi verilmemiş Joker’leri tercih etmişimdir. Geçmişi ile beraber bir isim bile verilmemiş Heath Ledger Joker’i hala favorimdir.
İşte bu yüzden geçen sene Joker’e odaklanan bir orijin hikayesi çekileceğini duyduğumda pek ilgilenmemiştim. Joker ve Michael Myers gibi motivasyonsuz şiddet ve kaos sunan karakterlerin geçmişleri hakkında ne kadar açıklama olursa, etkilerinin o kadar söneceğini düşünüyorum. Fakat eğer bu orijin hikayesi karakterin özünü muazzam bir biçimde yakalarken, hikaye 1970’li yıllarda geçmesine rağmen, günümüz sosyopolitik şiddetine düz ve dürüst bir biçimde yaklaşırken, hem de Martin Scorsese’nin marjinalize olmuş istikrarsız ve akli bakımdan dengesiz erkekler hakkındaki iki şaheseri Taxi Driver ve The King of Comedy’sini hürmetkar bir biçimde 21.yy’a taşıyorsa, en azından heyecanlı bir övgüyü hak ediyor.
Zenginlerin her geçen gün daha da zenginleştiği, fakirlerin de fakirleştiği gelir dengesizliği yüzünden suç ve depresyon dolu Gotham’ın ortasında bir komedi yıldızı olmayı hayal eden profesyonel palyaço Arthur Fleck (Joaquin Phoenix), herkesin ona insan paspası gibi davranmasından yakınmanın yanınd,a gülüşünü kontrol edememesi gibi ciddi akli ve nörolojik hastalıklarla uğraşmaktadır. Yaşlı annesine (Frances Conroy) bakmanın dışında varoluşunun bir mantığı olmayan Arthur’un stresi ve depresyonu başa çıkılamaz bir duruma geldiğinde, dünyaya olan kızgınlığını üç yuppie Wall Street brokerını öldürerek geçirir.
Bu ani şiddetten aldığı haz Arthur’a yeni bir yaşam isteği aşılarken, zengin kısımdan nefret eden halk, bu cinayetleri bir devrim hareketi olarak görür ve Gotham sosyetesinin geride bırakılmış yalnız (Bir daha izlediğimde daha dikkatlı bakacağım ama gördüğüm kadarıyla hepsi erkek) vatandaşları, palyaço maskeleri takarak Arthur’u taklid etmeye başlar. Bu arada Arthur’un başarısız bir stand-up seti ile dalga geçen talk şov sunucusu Murray Franklin, Arthur’u şovuna davet eder. Bu şova çıkmak Arthur’un hayalidir, fakat şakanın bir parçası değil de şakanın kendisi olarak davet edilmesi, zaten kontrolden çıkmış olan sinirini patlatmaya hazırdır. Bu arada Murray Franklin’i Robert De Niro’nun canlandırması, yani The King of Comedy’deki ünlü kişilik-akli dengesi bozuk hayran dinamiğinin bu sefer diğer tarafında olması da, hınzır olduğu kadar gayet yerinde bir seçim.
Bir eleştirmen olarak benim görevim elde bulunan sanatı sanat olarak incelemek ve işte bu yüzden Joker’in zaten tetikte olan sosyopolitik sinirleri şiddete çeken bir protagonisti incelediği için ‘tehlikeli bir film’ olduğu gibi ahlaki yorumlardan kaçınacağım. Taxi Driver, Scarface, Natural Born Killers, A Clockwork Orange gibi şiddeti bu denli etkileyici bir teknik ve anlatım başarısı ile inceleyen filmler, eleştirdiği davranışı benimseyen kişilikler tarafından yozlaştırılır hep ve bu konuda bu işleri yaratan sinemacıların yapabileceği pek bir şey yok.
Komedi dünyasından gelmesi yüzünden bu denli karanlık bir dramayı bu denli kendine güvenle elden geçirdiği için övgüyü hak eden yönetmen Todd Philips, her ne kadar Arthur’un zevk aldığı şiddeti olabildiğince direkt ve mide bulandıran bir gerçeklikle elden geçirse ve günün sonunda bu karakterin aslında yarattığı sosyopolitik devrimin içinde ne kadar narsisist olduğunu gösterse de, eminim ki seyircinin bir kısmı Joker’in bu versiyonuna bir devrim ikonu olarak bakacaktır. Özellikle ABD’de Arthur gibi marjinalize olmuş erkeklerin, haftada bir eline otomatik silahı alıp bir sürü insanı öldürdüğü günümüzde, bu film hakkında bir sürü ‘ağır yazı’nın ortaya çıkacağını tahmin ediyorum.
Fakat en basitinden bakarsak aslında Philips ve Phoenix’in sunduğu iş, bu ikonik karakterin muazzam bir orjinallikle orijin hikayesini sunmak. Bu bakımdan Phoenix’in içten gelen stresi, dışa doğru yavaş yavaş büyüyen bir bombaya dönüştürdüğü Oscar’lık performansı çok önemli ve Robert DeNiro’nun Taxi Driver performansı ile karşılaştırılmayı hak ediyor.
Görsel bakımdan 70’li yılların depresif ve gri Hollywood sinemasını yakalayan Joker, bazı anlatım problemlerine sahip tabii ki, bu yüzden hakkında bir şaheser demek zor. Zazie Beetz’in canlandırdığı Arthur’un komşusu ve Arthur arasında oluşan ilişki, hem aceleyle elden geçirilmiş, hem de bu ilişki hakkındaki sürpriz son numarası karmaşık bir biçimde bitiriliyor. Arthur’un zihinsel çöküşü bakımından bu alt-konu akışa pek bir şey katmıyor ve olmasa da olurmuş. Bir de sırf, belki devam filmi olur da; bu ekstra şiddetli ve gerçekçi dünyada Batman’i görürüz diye sıkıştırılmış bir ekstra son, sinik bir tat bırakıyor.
Toplum için ne kadar ‘tehlikeli’ olduğu söylensin veya söylenmesin, Joker en azından Hollywood’un 70’ler altın yıllarına göndermede bulunan, çizgi roman süper kahraman / süper kötü adam mitolojisine dramatik bir yeni ses veren, gayet tatmin edici bir yapım.
Güney Kore yapımı Miracle in Cell No 7 adlı filmden aynı adla uyarlanan 7.Koğuştaki Mucize için haksız yere suçlanan bir babayla, yalnız kalan küçük kızının buluşma hikayesi diyebiliriz kısaca. Filmin bir uyarlama olduğunu dikkate alırsak duygu durumu ve genel detaylar dışında bir hayli farklılıklar olduğunu söylemek mümkün. Bir kere yerli versiyonda filme bir dönem havası verilmiş ve 80 darbesi sonrası gücü ve baskısı artan askeri yönetimle bir hesaplaşmaya gidilmiş. İlk başta kızının çantasına asılan Memo'ya çok fazla tepki gösterdiğini düşündüğüm Albay'ın tepkisi orijinal filmde de aynı şiddetle yansıyor. Orada da polis olarak! Yani üniformalıların anlayışsız ve sert olduğu vurgusu iki kültürde de karşımıza çıkıyor. Ama dediğim gibi bizde zorlu bir dönemin ardına sığınılmış. Filmde dikkat çeken şeylerden biri de sanat yönetiminin gayet başarılı ve dönemine uygun olduğu. Detaylara uyulmuş ve ortaya sıcak, samimi bir dram komedi çıkmış.
İlki başta daha fazla dram içeriyor ve çocuk babası içeriye alındıktan sonra yalnız kalıyor. Uyarlamada ise çocuğun başında bir babaanne var ve onunla çocuğu gibi ilgilenen bir öğretmen. Bunlar da o dönemin ruhuna uygun şeyler. Ya da duygusallığı ve gelenekleri özellikle beslemesine dikkat edilen detaylar.
Baba Memo küçük kızı Ova ile aynı yaş zakasına sahip olduğu için, kızıyla çok iyi anlaşan ama gerçek hayatta bunun zorluklarını yaşayan biri. İçinde kötülük duygusu bulunmayan ama içindeki iyilik ve masumiyeti de ifade edemeyen bir yetişkin! Ama bedensel bir yetişkin! Memo, kızının ölümünden sorumlu olduğunu düşünen ve içini sadece intikam hırsı kaplayan albayın çabaları sonucu hapse atılıyor. Filmin en iyi kurulmuş ve en iyi akan yerlerinden biri de hapishane sahneleri. Kendi içinde bir adaletin yaratıldığı, alınan cezanın iyilik ya da kötülükle bir kez daha sınandığı yerlerden biri olan hapishane ortamı, gerek karakterleri gerekse de işleyisi açısından gayet iyi kurulmuş ve kotarılmış bir ortam olmuş. Her kesime ait karakterlerin birlikte yaşayarak, kendi içlerinde bir yaşam alanı yaratmaları, bir dayanışma duygusuyla davranmaları seyircinin bu sahnelere sempatiyle yaklaşmasını sağlayacaktır. Filmde adi suçluların koğuşu anlatılıyor ama düşünce suçlularına da ufak bir selam yollama ihmal edilmemiş.
Film askeri ya da resmi adaletle insanı adaleti sürekli sınıyor, yer değistiriyor ve insanın vicdanına güvenmesi yolunda telkin ediyor. Bu da izlerken inandırıcı ve iyi geliyor. Filmde Memo'yu canlandiran Aras Bulut İynemli zaman zaman karakter dengesini kurmakta zorlansa da genelde göze batmayan ve özdeşlik kurulacak bir oyunculuk sahneliyor. Küçük kızı Ova'yı oynayan Nisa Sofiya Aksongur ise sevimliliğiyle gönüllerde hemen yer edinmeyi başarıyor. Film, bir uyarlama olduğu için ana hatları belli bir hikayeden faydalanıyor ama eklediği detaylarla bir yandan bambaşka bir film etkisi yaratmayı da başarıyor. Genel olarak başarılı, özenli bir film çıkarmaya gayret edilmiş. Seyirciyi duygusal açıdan vuracağı aşikar!
Beş yıldan uzun süren bir çalışma sonucunda ortaya çıkan animasyon harikası Kung Fu Panda'nın üç sloganı var: ''Kendi kahramanın ol!'', ''Panda-mania başlıyor!'' ve ''Çok muhteşem olacak!'' Kung Fu fanatiği panda Po, Huzur Vadisi’ni Kar Leoparı Tai Lung’dan kurtarmak için Kung Fu dünyasına adım atar. Çevresine göre bu iş için biraz fazla kilolu ya da beceriksiz olabilir! Ancak zamanla kendisine inandığı takdirde neler yapabileceğini keşfeder. Mark Osborne ile John Stevenson'ın birlikte yönettiği Oscar adayı filmin orijinal seslendirme kadrosunda Jack Black, Ian McShane, Angelina Jolie ve Ian McShane gibi ünlü isimler bulunuyor.
Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği, dünyanın kaderini değişterecek olan yüzükten kurtulmak için verilen mücadeleyi konu ediyor. Yıllar önce üretilen ve Orta Dünya topraklarına kandan başka hiçbir şey getirmeyen yüzüklerin sonuncusu, üretiminden yüz yıllar sonra ortaya çıkar. Amcasının kendisine emanet ettiği yüzüğün nelere kadir olduğundan habersiz olan Frodo, büyücü Gandalf'ın anlattıkları sonrasında dehşete kapılır. Bu yüzükten ve müstakbel savaşlardan kurtulmanın tek yolu, gücünü toplamaya çalışan Sauron'u da engellemek için bu yüzüğü yok etmektir. Yüzüğü yok edilebileceği tek yer olan Mordor'a götürmek için kendini feda eden savaşçılardan oluşan bir ekip oluşturulur. Çok uzun ve çetin geçecek olan yolculuk başlar. Orta Dünya'nın kaderi, bu insanların ellerindedir.